Yeşim Özsoy
Yeşim Özsoy Türk Tiyatrosu'nun savaşçı kadınlarından biri.
Onu tarif etmem gerekirse çalışkan, kararlı, iddialı, inatçı, ketum
kelimelerini seçerim. Galata Perform, onun yarattığı bir marka. Bu isim altında
Yeni Metin Yeni Tiyatro da bir başka marka. Görünürlülük projesi onun
düzenlediği bir etkinlik. Yeni sanat-yeni metin, yeni oyunculuk, oyun çevirisi,
oyun okuması, sahneleme, yönetmen konularında söyleşiler, paneller, atölyeler düzenliyor.
Yurt içi ve yurt dışı etkinliklere katılıyor, etkinlikleri misafir ediyor. Yeni
yazar ve yeni oyunun ortaya çıkmasına çalışıyor. 'When in Rome' onun
atölyesinden çıkan bir oyun. Öznur (Şahin)Yalgın yazmış. Yazar, 'Oyun
yazma süreci boyunca Yeşim Özsoy ve Ceren Ercan’dan aldığım geri bildirimlerle
metin daha dinamik, ritmik bir tat yakaladı ve son halini buldu.'
dediğine göre oyunun içinde Özsoy ve Ercan da var.
When in Rome'un Metinsel
Çerçevesi
Oyun tekstini Yeni Metin Yeni Tiyatro'nun sitesinden 10 TL'na
satın aldım. (Bu da Yeşim Özsoy'un sunduğu hizmetlerden biri.)
İsminin İngilizce olmasını anlamsız(hatta küçültücü) bulduğum When in Rome'un metni bir oyun tekstinden daha çok bir senaryo gibi. Kimi
bir cümle olan kimi uzun 46 sahneden oluşuyor. Meselâ 'Mustafa Emine'nin boynundan altın kolyesini
çıkarır', bir sahne. Aslında metnin içindeki sahnelere 'sahne' de
denemez. Zira aynı mekânda aynı kişiler dialogu sürdürüyor ama yazar iskambil
kağıtlarını karıştırır gibi süreci bozmadan sahneleri bölmüş kesmiş iç içe
geçirmiş. 'Orijinallik yapmış' yâni.
Metinde dört kişi var. Ev sahibi çift,
Emine ile Mustafa ve kiracı Ayşen ile onun sevgilisi Murat. İsim seçimleri özellikle
yapılmış. Ait oldukları kesimleri anlatıyor ilk bakışta. Emine ile Mustafa
muhafazakâr tipler. Ayşen ile Murat ise serbest görüşlü. Yazar ve danışmanları
kendilerini Ayşen ve Murat'ın tarafında görmüş. Kesin olan şu ki ev sahipleri ve
kiracılar ayrı dünyaların insanları. Meselâ Mustafa ile Emine gazete bulmacası
çözüyor, Ayşen ile Murat kelime çağrıştırma oyunu oynuyorlar. Bu da ayrımı gösteren bir husus. Bir sahnede kelime oyununda seçilen kelime
'aile'. Onlar kelime oyunu oynarken paralel sahnede Mustafa mastürbasyon
yapıyor ve 'aile ailesi' denilince boşalıyor. Ayşen'e göre lezbiyen olsa bu
'aile apartmanı'nda sorun çıkmazdı. Ayşen'e göre bunlar 'ruh hastası, sapık'. Bilinen
bir 'kategorileştirme' işte. Kaba, çirkin ve şekilsel. Emine'yi oynayan Yeşim
Özsoy, rolü için 'Orta sınıftan,
modern gözüküp ultra muhafazakâr olan, meraklı, hayatta bir sürü isteği
gerçekleşememiş, bastırılmış, kıskanç ve sürekli özenen ve müdahale eden bir
kadını oynuyorum.' demiş. 'Ultra muhafazakâr' herhalde 'tutucu'
demek.
When in Rome'un
Konusu
When in Rome, Roma'daysan Romalı gibi davran demek. Söz
olumlu bir ifade. İstanbul'da İstanbullu gibi davran. Nerede o eski İstanbul
efendileri, dili gibi. Oysa metinden 'kendini
sakla, rol yap, iki yüzlü ol' gibi 'takiyye' anlamı çıkıyor.
Metindeki 'Roma', Emine ve Mustafa'nın evi ve bulunduğu
mahalle. Öğretmen Ayşen 'aile apartmanı'na kiracı olmuş. Mâdem ki 'onlar'ın(evet
onlar ve biz) mahallesinde kiracılar Ayşen'in 'onlar'ın kurallarına göre
davranmak zorunda kalması, bir baskı gibi gösteriliyor. Ayşen eve erkek sinek
bile almamalı. Emine Hanım, kiraya verdiği eve kendi eviymiş gibi teklifsizce
girip çıkmak istiyor. Zira kiraya verdiği evin yüklüğünde yorganları var. Ayşen
evi bilerek öyle kiralamış. Emine Hanım 'evin anahtarını ver sen yokken
ben evi temizleyeyim' diyor. (Ayşen anahtarı vermemiş.) Emine Hanım
Ayşen'in çamaşırını yıkıyor, yıkadıklarını ütüleyip getiriyor. Emine Hanım o
seviyor diye bulgursuz yaprak sarma pişirmiş, getiriyor Ayşen'e. Ayşen hasta
olduğunda karı koca Ayşen'in evine gelip onun üstüne battaniye serip birlikte
televizyonda dizi seyrediyorlar. Ayşen erkek arkadaşı Murat'ı gizlice eve
sokuyor. Murat geceleri eve girip çıkıyor. Ayşen bu durumdan şikayetçi. 'Ne
yâni kendi evinde de özgür yaşayamayacak mı!' Bizim eskiden komşuluk
dediğimiz ilişkiler, bir genç kadına komşuların sahip çıkması gibi gelenekler
oyunda 'mahalle baskısı' olarak ele alınmış. İki taraf arasındaki çatışma, iç
seslerle verilmiş. Emine ve Ayşen seslerini yükseltiyorlar ama bunlar 'iç ses'.
İçten içe iki taraf ta birbiri hakkında
olumlu düşünmüyor ama bir türlü 'oyun oynuyor'lar. Emine, Ayşen'in mutfağında
Murat'ı görüyor 'şoke oluyor' ama görmezden geliyor. Mustafa, Ayşen'in yanında
yatan Murat'ın başına battaniye seriyor ama Murat'ı o da görmüyor. Bu iki sahne
öyle yazılmış ki gerçek mi değil mi belli değil sanki bulanık kalmasına
çalışılmış. Gerçek olsa çıkacak sonuç şu: Muhafazakâr aile, aldıkları ev kirası
karşılığında aslında kendilerine göre 'rezillik' olan bir duruma göz yumuyor.
Mustafa'nın borç aldığı tefeci ile başı dertte. Karısının altın kolyesini alıp
bozdurmak istiyor. Paraya ihtiyaçları var. Okuduğunuzda metnin, üzerinde yükseldiği
temeli anlıyorsunuz. Bir ön yargı üzerine inşa edilmiş, subliminal göndermeler
yapan bir metin.
Yönetmenin Metne
Yaklaşımı
Yönetmen, 'kendini metnin içindeki hikâye ile sınırlamamış. Karakterler
arasında yeni yeni ilişkiler kurgulamış
ve yarattığı tekrarlarla metni kendi yönetmenlik diline uygun olacak şekilde düzenlemiş.' Yaptığını şöyle anlatmış: 'Farklı
disiplinleri yani farklı dilleri, farklı boşluklarla, daha fragmental,
katmanları daha öne çıkartarak, bazen hikayeyi yani lineer anlamı unutturacak
kadar seyirciyle daha iç içe geçen, seyirciyi fiziksel olarak mobilize eden
hatta provoke eden, anlamı daha kavramsal ve konsepte dair anlamlara
taşıyarak sirküler alanlar yaratmaya çalışıyorum. Yazar bile bilmez bunları. Ben onun bilinçaltını ortaya çıkarıyorum' diyecek kadar da kendine güveniyor
yönetmen. Bunu da 'Daha
performatif ve daha happening algısı ile' yapıyormuş. 'Performatif
dil yaratmak ona çok fazla oyun alanı' açıyormuş.'Performatif
alanlar açıp seyirciye de içine enstalasyon gibi düşünüp o alanlarda farklı
anlamlar yaratıyorum. Mesela oyunda aslında birbirini hiç görmeyen karakterler
benim yorumumda konuşuyorlar, dertleşiyorlar, birbirlerine yardım ediyorlar,
hatta sanki ilişkileri anlamlandırıyorlar.
Hepsi öneri olarak tabi.' diyor yönetmen. (Murat'ın metinde
'görünmediği'ni farz ediyor. Oysa o konu biraz karışık.) Konuşmalardaki iç sesler hiç yardımsever değil oysa. Sahnede olduğu gibi duruyor. Sahnede, metinden çıkanın
tam tersi bir niyeti varmış yönetmenin. Ama sadece niyet olarak kalıyor. Zira meselâ oyuncuların
repliklerini kendilerine yakıştırılan sosyal kesimlerin temsili şarkıların
müziği ile söylemelerinin komedi yaratmasından başka bir etkisi yok, niyetin(?) anlaşılmasının önünde engel. Mustafa Karadeniz türküsü, Emine Türk sanat müziği
tonunda çığırıyor, Ayşen ise 'hatırla sevgili' şarkısının tonunda söylüyor. Murat'ın
tonu ise reklâm cıngılı gibi. Tüm bu ayrıntılar ilişkileri anlamlandırmıyor, bence gereksiz ve dikkat dağıtıyor. Parçalanırken dağılmış odaksız bir şey çıkıyor ortaya. Metni takip etmediği için metnin yaklaşmından farklı bakmış ancak o zamanda metnin dayandığı When in Rome fikri zayıflamış.
Performans ve Performatif
Yönetmen ve
oyuncuların dillerine doladıkları kelime 'performatif' üzerinde biraz durmak
gerekiyor.
"'Performe
etmek' icra etmek, 'performans' icra anlamlarında o kadar sıklıkla kullanılıyor
ki. Her türlü tiyatro zaten performans gösterimdir. Yapmak ile icra etmek
arasındaki ayrım gerçek yaşamla tiyatro arasındaki farkta değil tutumda
saklıdır. Eylemler bilinçte bir
performans niteliği kazanır."(M.Carlson) (Yeri gelmişken
not edeyim. When in Rome'da 'bilinç' yok.)
Meselenin özü
yukarıdaki ifade içinde var. 'Performance' ingilizce bir kelime. Dilimize
girmiş, 'performans' olarak kullanıyoruz. En yaygın olarak performans, sanatta
'acting'(rol yapma) karşılığı olarak kullanılıyor. 'İyi oynadı' yerine 'performansı
iyiydi' diyoruz meselâ. 'Performans'ın özel 'sanat' içeriği ile kullanılması
Amerika'dan çıkmış. Zamanla kelime anlamı 'derinleşmiş'. Literatürü
karıştırırsanız bence tren rayından çıkmış. Kelimenin çeşitli alanlarda farklı
anlamları var. Bazen içine şiddet karışıyor. Tartışması devam eden bir mesele.
'Performatif'
performanstan türeyen bir kelime. Performatif dil biliminde çalışılan ve başlayan
bir kavram. TDK 'edimsel' olarak önermiş. 'Edim', 'etmekten' geliyor. 'Performe
etmek'ten türetilmiş. 'Edim', 'yapılmış iş, ivaz, amel' karşılığı uydurulmuş
bir kelime. Bence konuyu akademik ve
felsefi derinliği dışında yüzeysel anlayanlar elinde ve vasıtasıyla 'ben yaptım performans oldu' hâline
gelen bir söylem var. Bizdeki 'sanatçı' cemaati, 'ağırlığı olan iş' olarak kullanıyor
performansı ama genellikle yaptıkları iş/eylem/ amel 'hafif, yüzeysel'. Zira
konu içselleştirilememiş. Sorun da o noktada başlıyor.
'20.yüzyılın
ikinci yarısından itibaren yeni bir sanatsal tür olarak kabul edilen perfromans
sanatı göstermek, yapmak bitirmek anlamlarına gelmekle birlikte seyirci tarafından tamamlanarak an
içinde gerçekleşir'.(Kübra
Ergin)
'Performans', seyirciyi gösteride 'oyuncu yapmak' amacına
yönelmiş. Tiyatro, son elli yıldır bu meseleye takmış kafasını. Yerinde oturup
oyun izleyen seyirci yerine oyunun içine katılan seyirci yaratmaya çalışıyor.
Bu tiyatronun doğuşuna doğru bir yolculuk aslında. Deneyler yapılıyor. Deneyin 'kobay'ı
da seyirci.
Performans zaman içinde 'postdramatik tiyatroya' giden yolun
önünü açmış. 'Lehmann’ın
postdramatik tiyatro kavramını belirleyen ana unsur, metnin ve dramatik
kurgunun tiyatronun kuruluşundan bu yana taşıdığı ağırlıklı önemin azalışıdır.' Metnin önemi kaybolmaya başlamış. "Kalıcı,
tamamlanmış bir eser/ürün’ sunumu yerine seyircinin bir duruma maruz
bırakılması ve durumu deneyimlemesi ön plana çıkarılmaktadır. Oyuncu-seyirci sınırı belirsizleşmesi içinde ortaya çıkan ana
hedeflerden bir tanesi seyirci üzerindeki sahne iktidarını ortadan kaldırmak,
seyircinin edilgenliğini sorgulatmak ve bu bağlamda sınırlarını zorlamaktır.
Performansın gerçekleştiği süre
içerisinde seyirci ve oyuncu arasındaki ayrım belirsizleşmekte, seyirciler
performansa aktif olarak katılmaya çağırılmaktadır. Performans, seyirci ve
oyuncunun, bu kimliklerden uzaklaşarak beraber deneyimledikleri anlar sürecinde
şekillenir. Sahne ile seyir alanının, oyuncu ile seyircinin birbiri içine
geçmeye başladığı noktada ortaya çıkmaktadır. Oyuncu ve seyirci rollerini değişken, oyun ve yaşam alanını muğlak
kılmakta, seyirciyi ‘şimdiki zamanı geçmiş ve gelecekten bağımsız kıldıkları’
bu alan içerisinde etkinliğe ve yeni deneyimlere davet etmektedir"' (Tuluğ Ülgen) Bizim 'performans'larımızda genellikle bir kaç seyirciler olayın içinde, çoğunluk 'seyrediyor'.
Bu noktada Şahika Tekand'ı hatırlayalım: "Kendimizi kandırmanın âlemi yoktu, sahnede olup bitenin gerçekliğini
seyirciden hiç saklamayıp onun karşısına getirmek üzere bir yöntem geliştirdim.
Bu da aslında çok basit birşey, tiyatronun zaten özünde varolan “oyun” kavramı
üzerine gelişiyor. Ben en geleneksel metni bile elime aldığımda bu bir çocuk
oyunu, kumar oyunu, kare bulmaca olsa nasıl olurdu diye düşünüyorum sonra bu
fikrin üstüne teatral olanı yerleştiriyorum. Tabii burada oyunculara şöyle bir
görev düşüyor, hem oyun oynayan yani kare bulmacayı çözen ya da onun parçası
olan insana dönüşüyor, hem aktör olarak sahnede bulunuyor, hem de sahneye
getirdiğim riskler gerçek olduğu için insan olarak aynı anda bütün koşullara
maruz kalmış oluyorlar. Bu da çok inandırıcı bir süreç yaratıyor"' Tekand bir 'fikir'den bahsediyor. When in Rome'un metindeki fikrini yönetmen dağıtmış.
‘Kimliğin şimdiki zamanda sürekli
yeniden performe edilmesi’ çocuğun oyun oynayarak öğrenme sürecine
çok benziyor. Bir bakışla seyircinin oyun oynayan çocuk hâline getirilip edindiği performatif deneyimden kalıcı bir şeyler alarak salondan ayrılması umut
ediliyor. Bunun çok zor olduğunu zira seyircinin karmaşık olduğunu ve algıların
da farklı olduğunu düşünüyorum. Ortak paydayı bulmak çok zor. Ayrıca
unutulmaması gereken şey, 'Oyunun ilk özelliği gönüllü bir
etkinlik oluşudur. Özgürce seçilir ve istenildiğinde ara verilir'
(Huizinga) 'Performans haz üretimi üzerinden razı
etmenin bir yoludur' (R.Abrahamson)
Yâni aklıda tutulması gereken en önemli iki husus var: Özgür katılım ve yapılanın
haz üretmesi. İttirme kaktırma değil.
When in Rome Ne
Yapmış?
Klâsik sahne
düzeni yok ama 'perform edilecek' mekânlar var. Seyircinin oturmaması istenen
koltuklar belirlenmiş. Oyuncular, biri hariç, performans başında seyirci gibi
seyirci koltuklarında oturuyor. 'Hariç olan biri', seyircileri yönlendiriyor
ama ortama aykırı giysileri onun oyuncu olduğunu gösteriyor. (Bu ikili bir yapı
oluşturuyor. 1 oyuncu oyuncu, 3 oyuncu seyirciden oyuncuya dönüşüyor. Hepsi de tanınan oyuncular oysa.) 'Oyun yeri' kurulmuş. Sahnenin olmaması önemli değil. Burada bir
oyun oynanacak. Seyirci girerken bunun farkında. Belki de ne yapacağını
aklından kurmuş. Aklında, oyun hakkında gelmeden önce kulaktan dolma duydukları ile ben de sahneye çıkacak mıyım
tedirginliği ya da iştahı var belki. 'Oyuna katılmayı' isteyen de var istemeyen
de. Performans genellikle tek seferlik olursa ve TÜM seyircileri aynı potanın
içine sokarsa bu gösteriden bir sonuç çıkarmak mümkün olur. (Bence bu oyun bilet satıyorsa
değişik bir şey izleme merakındandır.) 'Yazarın bilinçaltını okuduğunu' iddia eden yönetmen, metni bir kenara atmış, oyunculara tuhaf
hareketler yaptırarak, kucak kucağa oturtarak, arka arkaya, sırt sırta dizerek, seyirciyi anne, kedi ya da dans partneri yerine koyarak, oyuncunun seyirciye sarılmasını sağlayarak oyuna dahil ettiğini sanmış, amaçsız bir
koşuşturmaca içinde dağıtıyor. 'Performans
mesajını kelimelerle iletmez arkadaş o bir ruh hâli yaratır' diye
babalananlara When in Rome ile nasıl bir ruh hâli yaşadıklarını sormak boynumun
borcudur. 'Eli belinde' Emine, 'eli apış
arasında Murat', 'eli alçıya alınmış gibi havada' Mustafa ve 'eli yüzünün
yarısını örten' (bu hareket çalma) Ayşen ile neyin peşinde olduğunu sormak
isterim yönetmene. Hele de bu jestlerle nasıl bir 'dertleşme' ortaya çıkıyor acaba? Metin bence sahneden daha iyi kaldı. Hiç değilse dediği bir şey
var. Peki yazar ne diyor bu işlere? Sahnedeki onun adını taşıyor ama onun
değil.
Seyirci 'oyun parkı' içinde anlık parçalı eylemlerin seyircisi olarak, When in Rome'dan ne anladı
acaba? Siz bakmayın bazı 'iliştirilmiş' köşe ve eleştirmen yazılarına. Onlar
gördüklerini değil onlara gösterilenleri yazıyor. Oyunu kimse anlatmasa ne
diyeceklerdi merak ediyorum. Şimdi oyunu anlatan satırlara bakarak anlam
yaratmaya çalışıyor eyyamcılar. Performans, derinlikli sağlam bir dünya
görüşünün, ülke algısının üstünde yükselmiyorsa When in Rome gibi sığ olur.
Marvin Carlson 'Performans
ve Orta Doğu tiyatrosu üzerine yaptığım
çalışmalar beni Türkiye'deki iki görkemli halk tiyatrosu geleneğine ulaştırdı,
lezzetli halk farsları içeren Karagöz ve Orta Oyunu ile' diyor. Carlson bunu farketmiş ama
'bizden'(!) bir yönetmen fark edememiş.
Bakın Yeşim
Özsoy'un hocası Şahika Tekand ne diyor: “Sahneleyen için
sorun, herhangi bir ‘game’
tasarlayabilmek değildir. Sahneleyenin, o teksti sahneleme nedenlerinde
bulabileceğimiz ve yaratılan yeni teatral performansın taşıması amaçlanan asal
sorunsalı ifade edecek ve şimdiki zamanda gerçekleşen performansın yarattığı
dilin grameri haline gelecek bir ‘oyun(game)’ tasarlaması gerekir. ”
When in Rome bu nedenle eksiktir, sakattır. Zira 'performansın taşıması amaçladığı
asıl sorunsal' yoktur ve 'sahneleme nedenleri belli olmayan bir sahne
teksti' üzerine inşa edilmiştir.
“Oyun, oyun oynama bilgisi ve
beceri gerektirdiği için gerilim içerir ve sonuçta oynayana da seyredene de haz
verir.” Ancak sahneleme
yöntemi oyun kavramı üzerine kurulu olsa da amaç ‘oyun’ değil, tiyatrodur. Sahnedeki
oyuncuların ve tabii ki yönetmenin 'oyun oynama beceri ve bilgisine'
sahip olması gerekir ki When in Rome'daki üç oyuncu performatif oyunculuk konusunda deneyimsiz. Onlar kendilerine göre bir şeyler yaratıyor.(?) Yönetmenin ise Türk toplumundan haberi yok ve ilgi alanı
ilginçlikler peşinde koşmakta (herhalde). Meselâ muhafazakâr kesimin kelime çağrışım
oyunu oynamayacağını, oyunun temelinde olan kesimler arasındaki farkı yaratan şeyin bir kesimin bulmaca
çözmesi diğerinin kelime oyunu oynaması olduğunun şuurunda değildir. Yönetmen
bunu umursamıyor, Mustafa ile Emine'ye de kelime oyunu oynatıyor. Bundan neyi
hedeflediği ise anlaşılmıyor. (Mustafa ve Emine'ye 'scrabble' bile oynatır gibi
göründü bana.) Bu anlayış biçimi, oyunun içini boşaltıyor ve oyun(!) seyirciyi
'dürtme'den öte gitmiyor. Halay çekmek de bir performans ama saatlerce de 'oyna'sanız sonunda performatif bir sanat olabilmesi için bilinç taşıyan bir fikir üzerine inşa edilmesi gerekir.
'Performans geleneğe ve seyirciye karşı sorumluluk üstlenmek
olarak tarif edilir.'( Hymes) When in Rome ne geleneğe ne de seyirciye karşı
sorumluluk üstleniyor.
Yukarıda verilen
çerçeve içinde baktığımızda, When in Rome,
seyirciyi oyuna katmak için zorluyor, ittirip kaktırıyor, haz
vermek(seyircinin gülmesi ile haz alması arasında fark var) yerine şaşırtmak üzerine kurulmuş, performatif estetikten uzak, kendini tarif ettiği çerçeveye göre bile kötü bir oyun.
Melih Anık
Künye:
Ortak Yapımcılar: GalataPerform, Platform 0090, Theater Onderhetvel
Konsept ve Yöneten: Mesut Arslan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder