Tek kişilik son oyunu Hayatım Roman için salona
gittiğimde içeri girmeden akın akın gelen seyircilere baktım. Birinin kolunda
zorlukla yürüyen yaşlılar da vardı arkadaş grubu içinde çevreye aldırmadan yüksek sesle
birbirleriyle şakalaşan gençler de. Oturduğum koltukta komşum ailesiyle gelmiş 12 yaşlarında bir kız çocuğu
idi. Poyrazoğlu’nun her oyununda son koltuğuna kadar dolu bir salon her oyundan sonra fuayede kitaplarını
imzalatmak için bekleşen seyirciler gördüm. Ali Poyrazoğlu’nun etrafında
yarattığı ve yıllardır süren bu ilgiyi anlamaya çalışıyorum. Radyo programları,
tv dizileri, filmler, kitaplar, gazete yazıları, yazılı ve sahnelenmiş oyunlar,
çeviriler, konferans ve eğitimler değişik çevreler içinde olmasını ve onlardan
beslenmesini sağlamış. Ama ben onun özellikle son yıllarda modern meddah olarak
adlandırdığım özelliğinin öne çıktığını düşünüyorum. Zaman onun lehine çalışıyor. Poyrazoğlu geçen zamandan çok şey öğrenmiş
şimdi öğretiyor; ağzına baktıran bir
konuşma uzmanı. Seyirciler onun söylediklerini bir terapisti dinler gibi dinliyor.
Hayatım Roman dekoru Gazi Mustafa Kemal(ve Hasan Ali
Yücel) dönemi Milli Eğitim Bakanlığı ders kitaplarının suretlerinden oluşuyor. Poyrazoğlu
hemen oyunun başında ilk mesajını veriyor. O kitap
kapakları belli bir nesli anlatıyor ama onları okumayan gençlerin ebeveynlerinden
kalan miras içinde o kitaplar da var. Anılarımız var o kitaplara ait. Salt
kapaklarına bakarak içimizde uyanan bir şeyler var. Cumhuriyet, lâiklik, Gazi
Mustafa Kemal, bağımsızlık, emperyalizme karşı verilen savaş hep o kitap
kapaklarında. Artık okunmayan dersleri hatırlıyoruz: Sosyoloji, psikoloji,
mantık, felsefe okul müfredatında yok artık. (Benim neslim okudu. Galiba onun
için de zamana zamaneye uymakta zorlanıyoruz.) Yaşar gibi görünen kitapların
içi boşalmakta. Ali Poyrazoğlu ahlâk
kitabını açarak sahneye giriyor. Bu da bir mesaj. Ahlâkın yozlaştığı bu döneme
bir gönderme. Oyun sonunda Ali Bey
girdiği kapıdan çekiliyor kulisine. Ahlâka sığınıyorum dercesine.
Hayatım Roman Poyrazoğlu’nun anılarından oluşan bir oyun,
‘auto fiction’ yâni ‘kurgulanmış' otobiyografi. Ali Bey anıları
numaralayarak bir deftere yazmış. Seyirciye numara sorarak defterden o numaralı
anıyı anlatıyor. Seyirci numara söylemekte pek heyecanlı. Numaralara ‘sinmiş’ naif şakalar yapıyor. Defterin sakladığı bir
sürpriz var. Oyun sonunda anlıyorsunuz. Burada yazmak olmaz.
Roman olan her hayat doğumla başlar. Ali Poyrazoğlu hemen
oyun başında kendi doğumunu anlatırken meddahların yaptığı gibi hikâyeyi sürreel
bir zemine taşıyor. Bu çok bilinçli yapılmış bir trük. Bence seyirci orada
fethediliyor sahneye mıhlanıyor. Ondan
sonra ne duysa inanacak hâle geliyor. Poyrazoğlu kimisi kitaplarına geçmiş hikâyelerden bir demet seçiyor her gösteride.
Söylediği şarkılara, Shakespeare’in sonesinin ezber çalışmasına katılan seyirci
tam da onun dediği gibi ‘rol arkadaşı’ oluyor. Sanıyorum
her gösteri başka. Zira Ali Poyrazoğlu’nun
hayatı ansiklopedi. Sayfalarından çekip çekip çıkarıyor. Hikâyeleri renklendiriyor,
köpürtüyor, çağlayan gibi yükseklerden boşaltıyor, düşler gibi uçuruyor. Anlatma sanatı olan tiyatronun keyfini zevkini
yaşıyor, yaşatıyor.
Ali Poyrazoğlu'nu her
seyredişimde aynı şeyi düşünüyorum. Oyunculuk sadece oyunculuk değildir.
Sahnede size hitap edenin birikimine dünya görüşüne saygı duymak gerekir. Ali
Poyrazoğlu Türk Tiyatrosu'nun 100 yıllık tarihinin 60 yılında var. O tanıklık
yaptığı bir dönemden geçerken bakmasını görmesini yaşadıklarından ders
çıkarmasını bilmiş bir insan. Anlattıkları yanında anlat(a)madığı kitap olmamış
yığınlarca anısı var. Dün akşam da gördüm ki Ali Poyrazoğlu seçtiği 'tarafı'
çok açık bir şekilde dile getiriyor. ‘Yara’ya parmak basıyor. Bu açıdan hem
aynı yaşlardaki tiyatro yapıcıların önüne geçiyor hem de gençlere örnek oluyor.
Hikâyeyi mizah içine öyle sarıyor ki siz gülerken beyin hücreleriniz
değişikliğe uğruyor. Salondan ayrılırken aslında sıcak sıcak farketmediğiniz
bir duygunun, düşüncenin kuluçka dönemi başlamış oluyor bedeninizde. Ali Poyrazoğlu kişiye, ülkeye, tiyatroya, hayata dair konuştukça onu
dinleyenler eğleniyor ama oyun sonunda Ali Poyrazoğlu’nun onların ceplerine
koyduğu bir yumak ile salondan
ayırılıyor. Bir yün çilesi yumak olmuş. O yumak hayâli şişlerle evde örülüyor yeni bir şeyler oluyor sanki. (Yün
çilesi ve yumak Ali Bey’in tanımı) Her yaştan her cinsten her sınıftan
kadın erkek Ali Poyrazoğlu'nun 'tedavisi'ne koşarak geliyor. Onun ağzından düzen eleştirisi duymaktan hoşnut. Onu farklı kılan
dediklerinin dinlemeye değer oluşu ve inandırıcı olması. Fiktif bir
otobiyografiden seyirci neyi nasıl alacağını biliyor. Ali Poyrazoğlu bir meddah
gibi gerçekleri zorlayan düşsel motiflerle süslenmiş içine abartı katılmış hikâyelerden
hayatın gerçeğini anlatırken ağzına baktırıyor.
Ali Poyrazoğlu'nu
seyredince bazı tiyatro yapıcıları neden seyredemediğimi anlıyorum. Sahneden
bana seslenecek olanın yaşına ve birikimine uygun şeyler söylemesini
bekliyorum. Kendisi âkil olmayanın dedikleri tüylerimi diken diken ediyor.
Hayatım Roman iki saat
sürdü. (İlk gösteri dört saat sürmüş.) Ali Poyrazoğlu devam etseydi sıkılmadan
saatlerce dinlerdik. Ali Bey muhteşem birikiminden yıldızlar döktü başlarımıza.
Salonu dolduran 650 kişi onun anlattıkları ile iyileştik, algımızı ufkumuzu
açtık, direnç kazandık. Güldük,
hüzünlendik. Poyrazoğlu yarattığı kendi tarzının tek örneği. Meddah, masal
anlatıcısı, oyuncu, yazar, yönetmen, hoca, akademisyen.... Eminim ki bu akşam
salonu dolduran herkese dokundu. Yarın 'iyi seveceğimiz' ilk gün. Sanıyorum her
gösteri başka bir oyun olacak. Hayatım Roman bir çok kez seyredilecek bir oyun.
Melih Anık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder