Benim bildiğim Türkiye Kayası, Galata Perform bünyesindeki
“Yeni Metin Yeni Tiyatro” isimli projenin “Liseli Gençler Oyun Yazıyor” başlığı
altında düzenlenen atölyesinde, dramaturg Ceren Ercan’ın yürütücülüğünde Fehime
Seven tarafından yazılmış bir oyun.
Kütüphanemde 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Ajansı desteğiyle “Ve Diğer Şeyler Topluluğu”(ve Galata Perform)
tarafından bastırılmış ve “Yeni Metin Yeni Tiyatro’09” isimli çok önceden
edindiğim bir kitap var. Bu kitabın 202-246.sayfaları arasında Türkiye Kayası’nın metni verilmiş. Ben oyunu oradan okudum. Yazım içinde o metne
“ilk metin” dedim.
İBB Şehir Tiyatroları’nda seyrettiğim Türkiye Kayası, Fehime
Seven’in oyun dergisinden aldığım
ifadeleri ile “Ceren Ercan’ın
danışmanlığında, Ayris Alptekin, Nazlı Bulum, Albina Özden ve Sefa Tokgöz’ün
desteğiyle; düzeltme sürecinde İBB
Şehir Tiyatroları dramaturgu Gökhan Aktemur’la çalışarak; İBB Şehir Tiyatroları
ve ‘yeni metin yeni tiyatro’nun katkılarıyla yazıldı.” Yazım içinde o metne
de “düzletilmiş/ikinci metin” dedim.
Yukarıdaki üç paragraf yazımın girişini oluşturacak ama daha
ileriye gitmeden ismini anarak, Türkiye Kayası’nı İBB Şehir Tiyatroları’nın
repertuarına alınmasındaki katkıları için Genel Sanat Yönetmeni Ayşenil
Şamlıoğlu’nun hakkını teslim etmek isterim. Zira Fehime Seven’in oyununun bir ödenekli
tiyatro tarafından okunması ve repertuara
alınmasını çok önemsiyorum.
İlk saptamam Gökhan Aktemur’un isminin önünde “dramaturg”
yazılı olmasına rağmen gerek yazarın yazısı gerekse yazarın özgeçmişinde, Ceren Ercan’ın isminin önünde “dramaturg”
kelimesinin kullanılmaması. Oysa Ceren
Ercan 2003 yılında İstanbul Üniversitesi
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü’nü bitirmiş yani o da kendisine “dramaturg”
denilmesini hak ediyor. Bunu kullanmazsanız oyun sanki ilk defa “dramaturg”
görmüş gibi bir izlenim yaratmış olursunuz.
İkinci husus ilk harfleri bir yerde küçük bir yerde büyük harflerle yazılan “Yeni Metin Yeni
Tiyatro” projesi ile ilgili. Yanına gelen atölyenin ismindeki kelimeler de
büyük harfle başlamalıydı ama küçük harflerle yazılmış.(“ liseli gençler oyun yazıyor başlıklı atölyesi”) Fehime Seven kendi
yazısında bence farkında olmadan bir başka yanlış daha yapıyor ve “İBB Şehir Tiyatroları ve ‘yeni metin yeni
tiyatro’nun katkılarıyla yazıldı” diyor ki bir önceki cümlenin başında
olması ve her kelimesi büyük harfle başlaması
gereken “yeni metin yeni tiyatro”, İBB Şehir
Tiyatroları’nın ardına getirildiği ve de atölyeden bahsedilmediği için sanki İBBŞT
“bünyesinden” çıkmış gibi bir algıya neden oluyor. Oysa ilk metnin Galata Perform(Ve Diğer Şeyler
Topluluğu) bünyesinde çıkartıldığı belirtilmeliydi. Bu konuda süreci etkileyen
ve tarafların hassasiyetinin bir temeli var ama bu yazının konusu ve ilgi alanı içinde değil. Ancak bir atölye
çalışması kapsamında yaratılan eserlerin mülkiyet hakları konusunda gerekli
düzenlemelere ihtiyaç olduğu açıktır. Bu
arada gençleri “iki arada” bırakmamak dikkat edilmesi gereken bir hassasiyet
olmalıdır.
Buraya kadar yazımı okuyanlar bu kadar ayrıntıya ne gerek
var diyebilir ama “her şey ayrıntıda gizlidir”. Bu “küçük, önemsiz” gibi
görünen ayrıntıları atlarsak hayat çok kaba saba bir şey olur. Ayrıca onları göstermezsem,
ben bu yazı kapsamındaki hassasiyetimi
de anlatamam.
Ama asıl vurgu şimdi geliyor: Fehime Seven yazısında “düzeltme süreci”nden bahsediyor. Yani yazar, oyununun dramaturg
Gökhan Aktemur’la yapılan çalışmada düzeltildiğini
“itiraf ediyor”. Demek ki Galata Perform bünyesinde Liseli Gençler Oyun Yazıyor
Atölyesi’nde yazılan, İBB Şehir Tiyatroları’nda
okunan ve repertuara alınan oyun YANLIŞmış.
Bu noktada iki husus var. Birincisi yazar oyunun yanlışlığını
kendi kendine fark eder ve düzeltir. İkincisi ise bir başkası yanlışı görür ve
düzeltir. Bizim olayımızda Fehime
Seven’e yanlışını düzelttirmişler. Zira “Tiyatronun-sahnenin gerektirdiği değişiklikler yine aynı sorumlulukla
yapılmalıydı.” “Karşımızda bir “cevher” vardı ancak her cevher gibi bu metnin de
işlenmeye ihtiyacı vardı.” Yâni, “‘tiyatro’
konusunda hiç donanımı olmayan, yazım tekniklerini bilmeyen, prova-oyun çalışma
süreçleri konusunda deneyimsiz, literatüre yabancı bir liseli gencin kaleme
aldığı ‘ham’ bir metin”!(tırnak
içleri benim ifadelerim değil). Böyle bir oyun ödenekli bir tiyatronun
repertuarına alınabiliyormuş. Orası neresi? Herkesin böyle bir hakkı var mı? Kaldı
ki ben (hele de ikinci metne bakınca) Türkiye Kayası’nın ilk hâlinin hiç de
öyle olmadığına inanıyorum. Ayrıca bunca
yıldır ne oyunlar seyrettim İBBŞT’da.. Fehime Seven’in ilk metni ilk elliye girmez
o sıralamada.. Yazarla beraber “çalışarak” yazarı da “ortak” etmişler “düzeltmeye”.
Doğrusu bunu çok duyuyorum, “yazarla
beraber çalıştık” bir savunma şekli oldu. Biz “yazarla birlikte
çalışılmayan”(çünkü yazar yaşamıyor) pek çok oyunda başka mazeretler duyuyoruz,
“çağdaş”, “yeni okuma”, “tanrı yönetmen”
vs vs vs.. Oyunlarda dramaturgun dramaturg gibi olmasına izin verilmeyince
yazarın hakkı da yok oluyor. Zaten “Tanrı Yönetmen” her şey! Kişisel kanaatimi söylemem gerekirse karşılaştığım
bu “çağdaş okumaları” pek az oyunda sevdim. Özellikle tiyatro edebiyatının
klâsikleşmiş oyunlarında yönetmen, yazarın derinliğinde olmadığının pek
de farkında değildi. O zaman sığlığa
alışmış bir yönetmenin yazarın
okyanusunda yüzmeye çalışması cesaretini,
şaşkınlık ve üzüntü ile seyrettim çok kez.
Şunu belirtmem gerekiyor ki seyirci Türkiye Kayası’nın bu
hâlini de sevecektir. Ama onlar ilk hâlini de sevecekti zaten. Yani dramaturgun kendince “doğrultma” adına
yaptıkları aslında (bizim) seyirciyi ilgilendiren bir durum da değil. Bir
anlamda yapılanlar “kişisel tatmin”den öteye gitmiyor. Öte yandan oyunun
sahnelenmesinde karşımıza çıkan zaaflara bakınca bu “düzeltmelerle” oyun, “Türk
Tiyatrosu tarihinin zirvesi mi oldu? Yapılandan elde edilen ne?” diye sorası
geliyor insanın.
Piyes Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan bir
ailenin sınırda yaşadıklarının hikâyesi. Anne(Meliye), baba(Nazmi) ve iki çocuktan(Sevginar ve Güneş) oluşan
piyesin “çekirdek aile”sine , kızın sevgilisi(Saşo) ve Gümrük Memuru ekleniyor ve altı kişilik bir
oyun ortaya çıkıyor. Yazarın ifadeleri ile “göçmen
bir ailede büyüdüğü”, “konu komşu
akrabanın göç hikâyelerini dinlediği” için
“iyi bildiği göçmenliğin ne olduğu”ndan
yola çıkılarak “bir arada kalma hikâyesi”ne
gelişen bir piyes bu. Metinde de kullanılan “mâcir” şivesi metne çok sempatik
bir biçim katmış. Zekice yapılmış espriler var. Yazar “göçmenleri” bildiği için
onların sorunlarına (muhtemelen dramaturgdan da daha çok) hâkim.
Bir dramaturg danışmanlığında ortaya çıkarılan oyunu diğer bir dramaturgla yapılan çalışma şöyle
“düzeltmiş”(!) :
İlk metinde ilk ve son görünen gramofon var. Bu Çehov
metinlerindeki silaha benziyor, bence çok güzel bir kurgu. Metin içinde zaman zaman gramofon görüntüye
giriyor. İkinci metinde ise girişte yok sonda ise üstüne konuşulduğu için vurgu
sönüyor. Ayrıca aradaki görünmeleri ise “kaçak göçek”. Sahnenin “arkasında”
kalıyor.
Birinci perde finalinde ilk metinde Sevginar sevgilisinden bahsediyor,
düzeltilmiş metinde etmiyor. Oysa biz oyunun başından beri kızın hamile
olduğunu, bir sevgilisi olduğunu “biliyoruz”, oyuncu hareketleri(kustu mesela)
ile “söyledi” zaten. İlk metinde “Ah be Saşo! Aptal korkak! Git bakalım”
repliklerini içeren ve kızın sevgilisini ortaya çıkaran tiradın yerine babasından
yediği tokatla “Keşkem hiç büyümeseydim..
Ne kolaydı uşakken..” repliklerini içeren, içeriği tamamen farklı bir tirat
yerleştirilmiş. Sevginar’ın hikâyesi “gerilim/sürpriz,heyecan vs” yaratsın diye
gizlenmiş ama “herkesin bildiği sırlar” kıvamında. İlk
metinde Güneş’in Sevginar’a “Ne bok
yediysen kendin temizle” demesi ile Güneş’in Sevginar’ın hâmileliğini bildiğini
anlıyoruz. Düzeltilmiş metinde ise metne göre 15 yaşındaki Güneş 18 yaşındaki
Sevginar’a îmâlı bir “Nevin Abla hikâyesi” anlatıyor ve benzer olay başka bir
evde yaşanmış da oradan dem vurarak ablasını uyarıyor/kokutuyor. Sonuç olarak
Güneş’in olaydan haberdar olduğu her iki metinde de ortaya çıkıyor. Ama ikinci
metinde bu hikâyeyi akıl edenin(?) 15 yaşında olduğunu yazın bir kenara.
Güneş’in, “düzeltilmiş ikinci metin”de Sevginar’a anlattığı Nevin Abla hikâyesi
(komşunun gebe kalan kızına gösterdiği tepki ) birinci metinde yok. Bu da bir
şeyi anlamlandırma çabası. Güneş onu anlatacak ki kız içinde bulunduğu durumun
vahametini anlayacak, korkacak. “Bütün anne babalar aynı şekilde davranır.”(mı?) Oysa metindeki anne ve baba son derece
şefkatli insanlar. Ayrıca anne iki yerde kızının bir yabancı ile evlenmesinde nasıl
davranacaklarını(ebeveyn olarak) söylüyor.
İlk metinden çıkan “hisseden bir
annenin” ağız arayışı. Ayrıca piyeste birbirine sevgiyle bağlı bir aile var;
korkutma değil annenin yaptığı. Aynı
konuyu bir daha 15 yaşındaki Güneş’in ağzından ve de başka birini örnekleyerek
tekrar etmenin anlamı ne? Gerçekçi mi?
İkinci metinde baba da kızı ile konuşacağım derken “artizlik
yapma” diyerek kızını tokatlıyor(İlk metinde tokat yok) Biz sahnede kardeşinin hikâyesi ile korkan ve
babasının tokadı ile “neden büyüdüm?” diye inleyerek intihara niyet eden bir kız görüyoruz. Yazar buna
“düzeltme”,
dramaturg “dramaturgi” diyor. Kızın
sevgilisinin olduğunu tüm seyirci anladı da oyunun kadrosu hâlâ kendince “artizlik yapıyor” diye
anlıyorum. İkinci metinde “artizlik yaptığı” için kızını tokatlayan baba, kız
oyun sonunda “hamileyim” dediğinde ise ilk metnin tersine tokat atmıyor yerine çöküp
kalıyor. Her iki metinde de ortaya çıkan
“baba” figürü aslında çocuklarının
üstüne titreyen yumuşak bir adam. Piyeste anne daha bilgiç ve cabbar. Anaerkil
bir aile yapısı var. Oysa o sahnede, babaya kızına tokat attırmakla ataerkil
aile ortaya çıkıyor ve örnek oluşturuyor. Kızı intihara sürükleyen babanın
tokadı gibi görünüyor oysa kız ilk
metinde sevgilisine kavuşamamanın kahrından dolayı intihar etmek istiyor.
İlk metne göre, kız bayılmışken annenin, kızın boynundan
yere düşen kolyeyi aldığını ve kolyedeki
fotoğraftan kızın sevgilisi olduğunu anladığını öğreniyoruz. O kargaşada(intiharın fark edilmesi ile
yaratılan telaş içinde) yere düşen kolyeden ve
annenin kızının kolyesindeki fotoğrafı görmesinden, annenin kızının mahremiyetine olan saygısını görüyoruz. Düzeltilmiş
metinde ise anne kızın boynunda asılı duran kolyeyi kızın boynundan çekip
çıkarıp “bu ne?” diyor. Biz görmüyoruz ama meğerse kızı baygın halde iken anne
kızının boynundaki kolyeyi “karıştırmış”.
Düzeltilmiş metinde ilk metindeki
hassasiyet yok. Hangisi daha iyi ve mantıklı ve de iyi örnek ?
Güneş düzeltilmiş ikinci metinde dedesini kendisinin ele
verdiğini ve içeri tıktırttığını itiraf ediyor, birinci metinde yok. İlk ve
ikinci metinde Güneş’in devamlı paradan bahsetmesinden, verdiği ikircikli
cevaplardan bir şeyler olduğunu anlıyoruz zaten ama ona itiraf ettirmenin oyuna kattığı ne var? Gramofonu da dedesinden
o şekilde çalmış. Yani bu iyi ailenin bir ferdi dedeyi gammazlıyor. Bunun oyuna
getirdiği çağdaşlık ne? Finalde verilen iki (gammazlık ve gramofonun içindeki
kaya) olay aynı anda geldiği için etkisini kaybediyor. Ayrıca Memurun verdiği
haber de bu zayıf finale sebep oluyor.
Gümrük Memuru Türk Gümrüğü’nde kaçak olarak yakalanan
Saşo’nun kelepçesini çözüyor ve mızıka çalmasını istiyor. Bulgar Saşo “Amerikan
kovboy şarkısı” çalarken memur “halay” çekiyor. Bu arada memur “ben de mızıka
çalayım” diyor. Çalmaya çalışırken Saşo memuru kendi bileğinden çıkmış kelepçe
ile sınır olduğuna inanmamız istenilen tenis kortunun ağına kelepçeliyor; kaçarken
baba Nazmi tarafından yakalanıyor ve el ense ile
yere yıkılıyor. Tüm bu mizansen İlk
metinde yok. Bir sonraki sahnede
Baba ile Memur’un birlikte içki içmesinin gerekçesi bu sahnede uydurulmuş. Baba,
elinden kaçırdığı için ceza alması muhtemel memuru “kurtaracak bir kahramanlık” yapacak ki
memurla içki içebilsin. Onu sarhoş ederek rüşvetin (ve de sınırın) kapısını
açabilsin. Mantık bu. Bunu yazanlar nerede yaşıyor Allahaşkına.. Memurun müşteri
ile karşılıklı içki içmesi için kahramanlığa ihtiyaç mı var ve de rüşvet alması için sarhoş olması mı
gerekiyor? Kaldı ki memurun ikinci metne göre oyunun başında 3500 TL vergi
tahakkuk ettirmesi de seyircinin zihnine o “tipik rüşvetçi memur” imgesini
getiriyor zaten. İlk metindeki içki içme
sahnesinin ise bir gerekçesi yok. Seyircinin “anlaması” istenmiş. Ey seyirci
anlamaz mısın?
Oyun sonunda sahneye
ilk iki girişinde kelepçeli olan Saşo
üçüncü girişinde hem de bir önceki sahneden kaçma vukuatı olduğu halde
kelepçesiz giriyor. Nedenini sonra anlıyoruz. Sevginar’ın elinden tutsun
birlikte Türkiye tarafına kaçabilsinler diye.. Memur silahını çekerek onların
peşinden koştuğuna göre o hala kaçak..
Güneş de onların peşinden gidiyor. Gümrüklü saha falan da “yalan oluyor”
tabii. Sınırı geçmek için hızlı koşmak yetiyor. İlk metne göre Saşo, Bulgaristan’a iade ediliyor, sevgililer
kavuşamıyor yani. Bu “düzeltilmiş” son kimi mutlu etmek için? “Onlar erdi
muradına” dedirtmek için mi? Yoksa hedef alınan seyirci kitlesi memnun edilmek
mi isteniyor? O seyirci hakkında yapılan bu kabul o seyirciyi küçümsemek anlamına
gelmez mi?
Gümrük Memuru’nun
arabayı Türkiye’ye sokmak için istediği
3500 TL vergi ilk metinde yok. Gümrük memurunun bir gerekçeye ihtiyacı
yok ki! Zaten düzeltilmiş metne göre oyunun sonu memurun “kanun
yeni değişti geçebilirsiniz” repliği ile bitiyor. Sonu “öyle” bağlanan bir
oyunda ilk metindeki “kanun yeni değişti arabayı (‘vergi ödemeden’
ikinci metinde ilave ediliyor) sokamazsınız”ın “karşılığı değil bu. Bu nasıl
bir mantık? Bu “vergi”, rüşvetçi memur
imgesini vurgulamak için yapılmış gibi ama eski hâli de ima ediyor zaten hem de
daha kapalı olarak. Ayrıca ikinci metinde, Nazmi’nin, memuru sarhoş edip rüşvet olarak saat, çakmak, radyo verdikten sonra bile
memurun arabayı sokmamak için direnmesinin de bir anlamı/açıklaması olmalı
değil mi?
Yukarıdaki dramaturjik “düzeltme” diye sunulanlar muhtemelen
piyesin ilk yazımı esnasında bir şekilde gözden geçirilen “trük”lerdir ve elbette
dramaturjik anlamları vardır. Oysa trükler
seçildikten sonra “bitmiş” bir oyuna yapılacak dramaturjik dokunuşlar ise daha
farklıdır. Yukarıdaki “düzeltmeler”
oyunun yeniden yazımı anlamına gelir. Buna kimin hakkı vardır? Bu “yeni
metne” göre YENİ ve daha iyi ne sağlanmıştır?
Yazdığım ‘twit’ler nedeniyle beni telefonla arayıp “yargılayan”
aynı zamanda edebî kurul üyesi olduğunu
söyleyen baş dramaturga ve de zehir
zemberek mektupla beni “ayıplayan” dramaturga göre yapılan tüm değişiklikler
“dramaturgi” gereği. “Hem zaten yazarla
birlikte yapıldı düzeltmeler.” Bana “yazarı
arayın, sorun” dendi ben de “Beni
aradığınıza göre telefon numaramı bulmuşsunuz siz lütfen yazara verin beni
arasın“ dedim ama yazar da aramadı. Bir oyuncu da ben istemeden “istersem
yazarla teması sağlayabileceğini” söyledi ama ondan da sonuç çıkmadı. Şimdi üniversite
öğrencisi olan Fehime Seven’e, nasıl ilk
fikrinden vazgeçtiğini ve nasıl “ikna
olduğunu” ve de kendisinin kendi eliyle “düzeltilmesini” nasıl kabul
ettiğini soracaktım. Bu yazıyla
soruyorum.
Bilgi Üniversitesi Kültür Yönetimi Bölümü’nde okuyan bir
gençle karşılaşmıştım. Hayatında müzeye gitmemiş. “Bize öğretecekler” dedi. Ben de ona “Peki, ya senin Van’dan getirdiğin kültür ne olacak?” diye
sormuştum. Yüzüme şaşkın bakmıştı. Zira o buraya öğrenmeye, “düzeltilmeye”
gelmişti, “adam olacaktı”.
Üniversiteler “adam eder”(!) elbette ama
öğrencilerin de söyleyecekleri bir şeyler vardır değil mi! Onların getirdiği
kültürü de öğretmenin öğrenmesi gerekmiyor mu? Aynı durum tiyatroda karşıma
çıktı. Eşit olmayan durumlarda daha
güçlü olan diğeri için de düşünmek zorundadır. Bu nedenle sorumluluğu daha ağır
olur. Bunu herkesin bilmesinde yarar var. Bu bir tür ebeveyn duygusudur. Tiyatroya bakınca, yanlış dediğimiz “idare”
edilebilir durumdaysa yazarı “ezmek” ve “kendi oyunumu ‘düzelttim’”
dedirtmemek güçlü olanın görevidir.
Ayrıca metin olarak Fehime Seven’inkinden çok daha düzeltilmesi gereken metinlere dramaturglar(Gökhan Aktemur’u dışarıda tutuyorum) “dokunma cesareti” gösterememekte ve “abi,
abla,hocam” diye asistanlık yapmaktalar.
Şöyle de bakılabilir. Bir dramaturgun yaptığını öteki “düzeltiyor”. Bu konuda meslektaş saygısı da mı yok? Yazarın durumu ne? Dramaturgdan dramaturga
dolaşacak ve yaşı küçük diye her birinin elinde düzeltilmenin öznesi/ortağı
mı olacak? Ben Fehime olsam “kabahate”
iştirak etmem kendi eserime sahip çıkardım. Kendi yanlışımı kendim bulur ve
yeni oyunumda düzeltirim. Öğretici süreç de odur. Her bir oyun bir özgeçmiştir.
Yapılan yanlışlar öylece durur yenileriyle aradaki fark ortaya çıkar. Oyununuzu
oynamak isteyen de kendine göre (ki bu Türkiye’de önlenemezdir) oyunu okur,
“kafasına göre” bozar, düzeltir ve
sahneler. Buradaki yöntem, önce
düzelttirmek.(?) Peki ödenekli /ödeneksiz
tiyatroların buna ne ve nereye kadar
hakkı vardır? Ben yazarın hakkını savunuyorum.
Bu olayda oyunu değerlendiren ve
görüş bildiren bir kurul da var. Tesadüfen bu oyunun dramaturgu da o
toplantının raportörü. Yani neyin
“düzeltilmesinin” istendiğinin ilk tanığı.
Repertuar Kurulu üyelerinin oyunlar hakkında
yaptıkları değerlendirmelerin
oyunların dramaturgisine etkisini anlamak istiyorum. O zaman belki “sağlam”
yani “çift dikiş” dramaturgi nasıl oluyormuş anlarız. Bu arada öğrenmiş olduk
ki Genel Sanat Yönetmeni oyuna
müdahale etti diye bildiri yayımlayan
İŞTİSAN’ın üyeleri meğerse “düzeltilmiş” dramaturgili oyunları oynuyor,
yöetiyorlarmış.
Bu konuda iyi bir örnek istiyorsanız yazarını
onurlandıran İstanbul Halk Tiyatrosu’nun
Alevli Günleri’ni hatırlayın. Kötü örnek ise Mehmet Ergen’in Ben Patronum’a
yaptığı “üvey evlât” muamelesidir. Eee “Baba var baba var..” İstanbul Şehir
Tiyatrosu örneği ise yazarın yetersizliğini(ben katılmıyorum) “ifşa ederek/ettirerek düzeltme”. Kendi çocuğunuza bunu yapar mısınız, yapılsın
ister misiniz?
Bu oyunu kendi
inandığı ve gerekçelediği dramaturgi
uğruna bence “bozan zihniyet” sahneye örneklerini verdiğim gibi gerçekçi
olmayan şeyleri çıkarmış.
Perde arkasından görünen elin “kumanda ettiği” arabanın
santim santim yürütülmesi ile “gitti” yapılan bir araba....
Nazmi’nin ayaklarını arabanın ön camından çıkarıp kaputa
uzatarak uyuması. Demek ki o kadar yolu ön cam olmadan gelmişler. İkinci
seyredişimde Nazmi kendini düzeltmiş bu kez de Güneş kafasını (olmayan ön)camı
delerek araba dışına çıkarıyordu.Seyirci
için ise “komik”ti sadece..
Ülke toprağı/yolu olmuş parçalanmış bir tenis kortu ve sınır
olmuş tenis ağı..
Metne göre 15-20 yaşlarında olan 3 gencin, yaşları iki katı
olan oyuncular tarafından oynanması.
Direk gibi olmayan direkte bayrak gibi olmayan bayraklar..
Sahnede “komiklik olsun” diye leğende saç yıkama.. Başlayıp
bir türlü bitirilemeyen “pörsük hıyar” doğaçlaması..
Bir önceki sahnede kaçma vukuatı olan Saşo’nun sahneye kelepçesiz getirilmesi.
Bulgar Saşo’nun mızıkayla “Amerikan kovboyları”nı çalması Gümrük
Memuru’nun halay çekmesi. Memur her daim hazır, göbek atıyor, mızıka çalıyor,
“damgalıyor”… O Gümrük Memuru’nu içki
masasına oturtmak için o kadar mizansene gerek var mı?
Fehime Seven ilk metinde müzikle ilgili not koymuş Osman
Azizov (“Deryalar” ile tanınıyor) diye. Oyunun müziği Balkan ezgilerinden derlenmiş
ama sahnede Bulgar göçmeni aile “Amanın Zühtü”(Ankara türküsü) ile oynuyor. (Bu
da dramatürjik?) Belki de seyirci anlamaz diye düşündüler kim bilir?
Bulgar memura rüşvet olarak mark verilmesi gibi eklemeyi,
bazı sahnelerin yerini değiştirmeyi de sineye
çekiyorum.
“Düzeltilmiş” oyundaki her öge zaten absurd.. Sonra sen kalk
piyesin düzeltilmeye ihtiyacı var de ve
de ortaya çıkanın kabahatinin yazara yüklenmesine seyirci kal. El insaf!
Saçmalamak için başkasına ihtiyaç yok ki! Herkes kendi kendine saçmalayabilir.
Bütün bunlar olur, bütün bunlar “yorumdan” sayılabilir de
kendine bakmadan yazarı düzeltmeye kalkınca sorarlar “Senin nereni düzelteyim?” Sahnedeki reji “yanlış”ları Fehime
Seven’in yanlışından daha fazla.. Repertuar
Kurulu’ndan başlayarak, dramaturg, yönetmen ve oyuncuların nasıl bir karar
süreci içinde olduklarını ve “yanlış”ı yaratma ve de “yanlış”a katılmadaki sorumluluk ve yükümlülüklerini konuşalım mı?
Yönetmen Şükrü Türen’den ve genel olarak oyuncu
sorumluluğundan bahsetmiş olduk böylece.
Dramaturg Gökhan Aktemur, Büyünün Gözleri’ndeki başarısını tekrarlayamamış, ona
yakıştıramadığım bir iş yapmış. Barış
Dinçel’in sahne tasarımı bana yönetmenle konuşmamışlar duygusu veriyor. Dünya müziğinin ustalarından olan Muammer
Ketencioğlu’nun müzikleri kendi başına şahane.(Zühtü de onun üstüne kalacak,ne yazık
ki!) Murat Özdemir’in her halde hiç yorulmadan yaptığı ışık tasarımı bu. Metin
Taşkıran’ın efektleri yerinde ve iyi.
Oyun dergisindeki Yardımcı
Yönetmen(Ali Berge) ile Yönetmen
Yardımcısı’nın(Sibel Topaloğlu) aralarındaki farkı anlayabilmek de zor
hani. Oyunun asistanları Elyasa Çağlar Evkaya ve İrem Erkaya.
Oyun, oyuncuların sempatisi ile “çekiliyor”. Hikmet Körmükçü
, Nevzat Çankara ve Kubilay Penpeklioğlu (tadında tutmaları kaydıyla) doğaçlama
ile renklenen sempatik sıcacık tipler yaratmışlar. Sevtap Çapan, Selim Can
Yalçın ve Hakan Yavaş’ın kendi yaşlarının yarısı yaşta olan rolleri oynamaktan pek de memnun
olduklarını sanmıyorum. Sevtap Çapan’ın
18 yaşındaki Sevginar’ı, “çocukça” tonlama ile oynaması inandırıcı değil, hatta
yer yer komik. Güneş’i oynayan Selim Can
Yalçın da o yaşın oyuncusu değil.
Saşo’da Hakan Yavaş zorla sahneye itilmiş gibi. Ama dramaturg, yönetmen
için onların yaşlarının önemi yoktur belki de. Bu bile başlı başına bir
sorundur.
Türkiye Kayası
seyirciden çok alkış alır. Amaç sadece bu mudur?
Bu Yazının Ana Fikri
Tiyatro başka şeylerin de öğrenildiği bir âlemdir. Herkes
kendine göre bir şey öğrenir. Hatta bu
süreç iyi bir oyun yazmaktan, oyun
oynamaktan da önde gelir. Metni “düzelteceğim” diye yetersizliği gerekçe olarak öne sürmek AYIPTIR. Fehime Seven de kızacağı
kişiyi doğru seçmeyi; metnini “ham”
yaptırmamayı, ona SAHİP çıkmayı; yanlışlarını TAŞIMAYI; ama en önemlisi eserini
kime teslim edeceğini(ya da etmeyeceğini) öğrenmelidir. Tabii bu arada onun
yanında durarak destek olanları da iyi tanımalıdır.
Ödenekli tiyatrolarda repertuar oluşturmaktan sahneye çıkana
kadar alınan süreç ile ilgili dikkat edilmesi gereken kurallar yeniden gözden geçirilmelidir. Alınganlığın âlemi de
yoktur.
Melih Anık
Not: Son zamanlarda beni galalara davet eden İBB Şehir
Tiyatroları bu oyunun galasına beni davet etmedi. “Küstüler”(?) herhalde. 100 yıl, “kurumsallaşma”ya yetmemiş anlaşılan.
Sizin bu Çabalı haliniz iç acitici,gene aynı yerde debelenip durmak,Kraldan çok Kralci tavriniz ,herseyi sadece araştırarak öğrenmek zorunda olmanızdan kaynaklanıyor sanırım .Gec kalınmış maalesef belli ki yoruyor da.Yoksa neden ısrarla uğraşır ve ayıp etmekte devam eder ki insan?Kendi bilgi ve pratiginizle baktiginiz ve yordugunuz durumların hepsinde yanlışlar var.Ya zevksizsiniz ya kendinize biçtiğiniz şeyi o neyse becerememenin ofkesiyle düşmanlık alanı yaratarak gündem kisisi olma telasindasiniz.Dramaturgi hakkında dışardan araştırma yaparak edindiğiniz bilimsel ! saptamalariniz neyse dramaturglar hakkında ki kelamlariniz da hudutların ötesinde.Canınızın her istediğini soyleyemezsiniz Melih bey.Size göre yapılmadığı gibi size sorulacak da değil.Elestiri yaparken (niye yapılır öğrenin önce ) zaaflarımızdan arinmaliyiz.Ogreten tavrım sürekli cahil ve cüretli insanların her yerde olmasından duydugum rahatsizliktandir.Mesleki değil kişisel yazdım size.Dilek
YanıtlaSilDilek Hanım,
YanıtlaSilSoyadınız ne?
“Türkiye Kayası” İBB Şehir Tiyatroları repertuarına alındıktan sonra, sahneleme öncesindeki süreçte, dramaturg Gökhan Aktemur'un oyun yazım tekniği-dramatik yapı ilgili önerilerini de dikkate alarak çalışmalarımı sürdürdüm. “Türkiye Kayası”nın ilk versiyonu da “sahne metni” de tarafıma aittir. Benim isteğim ve bilgim dışında kurum ya da kişiler tarafından oyuna herhangi bir müdahalede bulunulmamıştır. “Türkiye Kayası”nın yazılmaya başlandığı ilk günden bugüne kadar emeği geçen herkese ve oyuna büyük ilgi gösteren seyircimize teşekkür ediyorum.
YanıtlaSilSaygılarımla
Fehime SEVEN