Arka Bahçe, Birinci Körfez Savaşı(1980-1988) sırasında ABD,
Birleşik Krallık ve çok uluslu koalisyon kuvvetlerinin, Irak’ı özgürleştirme
operasyonunu gerçekleştirdiği dönemde yazılmış. O sırada Hudson Nehri
üzerindeki Özgürlük Anıtı da “perçinlerini zorluyor ve dağılmak istiyormuş”.
Tiyatrolar o dönemde bu oyunu “görmemiş”. Arka Bahçe’yi 1993’de bir amatör
tiyatro(İzmir Sanat Tiyatrosu) Faruk Boyacıoğlu rejisiyle sahnelemiş. Oyun, yazımından
on yıl sonra İskender Altın rejisiyle
1999’da Ankara Devlet Tiyatrosu’nda, 2001‘de Bulgaristan Pazarcık Devlet
Tiyatrosu’nda oynanmış. Arka Bahçe, 15 Şubat 2012’de İstanbul Şehir Tiyatrosu
tarafından Hüseyin Köroğlu rejisi ile seyircinin karşısına çıkmış.(Oyun
dergisinden)
Yukarda yan yana duran eserleri biliyorsanız, Bilgesu Erenus hakkında daha çok söz
söylemeye gerek kalmayacağını anlarsınız. Bilgesu Erenus çocukların, doğanın,
emekçilerin tarafında oldu, devlet de ona “hak ettiği”ni verdi! “Küreselleşen kapitalizmin insana ve
halklara kasteden ısrarını” öngörebilmiş ama öngörüsünün gerçekleşmiş
olmasından da dünya halkları adına üzüntü duymuş bir aydındır Erenus. Zira “Anlamak gideni ve gelmekte olanı” “bahtiyarlık” değildir günümüzde. Yazımından 20 sene geçtikten sonra bile
oyunundaki söylem ve öngörüsündeki isabeti yazarın dünya algısının doğruluğunu
gösteriyor. Bu, hüzünlü bir durum ama dilerim bir alarm zili olsun “arka
bahçedekiler”e.
Bilgesu Erenus’un Arka Bahçe’si kaderini kendi ellerinde
tutamayanlar için bir uyarı; “cafcaflı” heykellere bakarak gözleri kamaşanlara
o heykelin dibindeki karanlıkta yürüme dersi; çok uzaklardaki bir ışığın(meşalenin)
kendi ülkesindeki zayıf, soluk gölgesini aydınlık sananlara bir “uyan borusu”; içinize
gizlice sokulmuş mikropları görmeyesiniz diye çok sesli şenliklerle,
festivallerle uyutulmuşluğun, göz
boyamanın iç yüzü. İnfazlı
bir hayatın sunduğu iki seçenekten oluşan bir girdap: “Ya uy ya öl!” Ama o “arka bahçe”nin kralları aslında kendi
kaderlerini de çizmekte.
Arka Bahçe metninde, repliği olan üç karakterden biri(Hanımefendi),
ne olduğu açıkça belli “somut” bir yerde
duruyor. Dekor tasarımı da metne uyuyor ve sahnede oyun boyunca duran bir
heykel ile bu metaforun anlaşılmasını vurguluyor. Diğer iki karakter (Hizmetçi ve Shelia) o
kadar da açık(somut) değil. Hizmetçi, parasını ödeyen herkese “Hanımefendi”
diyebilecek bir yaradılışta, olan biten ile çok da ilgili değil(ya da kendisine
dokunursa ve dokunan kadar ilgili) ve
aslında o da bir “arka bahçe”de. Shelia
ise Hanımefendi’nin kızı olduğu için onun mirasçısı ancak Hanımefendi’nin
mirası hukuk diliyle anlaşılan somut bir
miras değil. Hem o alacakların mirasçısı, borçların değil. Ama Shelia düzenin “muhafazakâr”ı,
“meşale”nin taşıyıcı olarak görülebilir.
(O sahneye girince heykel yeniden “dikiliyor”) Piyes bir somut, iki yarı
somut(hatta soyuta yakın) karakter ve de çok somut bir bahçeden ve soyut/somut ilişkilerden
oluşuyor. Sahnede görülen ve repliği olmayan 6 kişi ise piyese eklenmiş.(Elimde
sahne metni olduğu için ‘Grup’un özgün metinde olup olmadığını bilmiyorum. “Çocuk”un oyuna eklendiğini Köroğlu ile
yapılan bir söyleşiden duydum.)
Ben biraz da Bilgesu Erenus’un metninden cesaret alarak oyunun
yorumu farklı bir şekilde “okunabilir” mi diye de düşündüm uzun uzun. Arka Bahçe tam anlamıyla “soyut”laştırılsa ne
olur?
Arka Bahçe, “bahçıvanlık
hayatta en hakiki erdemdir” diyen bir bahçıvanın yeni dünya, ceviz, nar, kayısı rengi güllerle dolu bahçesi; deniz
manzaralı, enva-i çeşit kokteyli hamakta sallanarak içeceğiniz bir kafe; böceklerle yapacağınız bol aksiyon ve
heyecanın yanında çok da eğlenceli zaman geçirtmeyi vâdeden bir savaş oyunu;
toplumların tarihsel geçmişlerini yığdığı bir depo; artıklarını toplandığı bir atık
alanı; küresel sermayenin tecavüzüne uğramış geri kalmış bir ülke; acının, hastalığın, savaşın, sefaletin,
cahilliğin peşini bırakmadığı bir eski kıta; her türlü deneyin yapılabildiği
bir klinik olarak kullanılan bir şehir; işlerine kolayca ve sorgusuz
karışabildiğiniz kaderini ellerinize terk etmek zorunda bıraktığınız bir ev,
aile, ülke, parti vb olabilir. Ne olduğu elinizdeki güç ve oraya nasıl “baktığınız”la ama en çok size o
olanağı verenle ilgili bir durum değil mi? (Bu paragrafta “arka bahçe” araması
sonucu internetten karşıma çıkan bazı
cümleleri kullandım.)
Yönetmen Hüseyin Köroğlu metaforlarla dolu oyunu “somutlaştırarak”
HERKES’in anlamasını istemiş, bu şekilde anlatmayı tercih etmiş. Oyuna bir “ön
oyun” eklemiş, “ara”yı oyunun bir parçası gibi kullanmış. “Ön bahçeleriniz ne kadar güzel olursa olsun arka bahçenizi
temizlemezseniz ilerlemeniz zor” ifadesini oyunun “ana cümlesi” olarak
aldığını dinlemiştim. Bir tv söyleşisinde(TRT Okul) “insanları dürtmek”, “insanların
suçluluk duygusu hissetmelerini” istediğini söyledi. Bunun sahneden nasıl yansıdığına ve
üzerindeki etkisine seyirci karar verecektir. Sahnelemede, metinde ne olduğu
çok belli Hanımefendi’nin ifadeleri esas alınarak somut çağrışımlar kullanılmış. Oyuncuların seyirciye doğru konuşmaları
seyirciyi uyandırmak için bir tür sarsma. (“Ne
bakıyorsunuz siz bundan farklı mısınız? Her hafta lotolar, altılılar..”) Bu
da “hani bak sen de şöyle yapıyorsun ya,
işte onu demek istiyorum”a geliyor.
Oyunun arasız oynanmasını tercih ederdim. Oyun arasındaki
gerek sahnedeki gerekse hoparlörden gelen özlü sözler, aforizmalar güzel ama
oyunu somutlaştırma ve anlatma gayretinin bir sonucu gibi geldi bana. Galiba
asıl sorun yönetmenin “somutlaştırarak
anlatma” yöntemi ile benim “soyutlaştırarak
anlatma” beklentim arasında bir farktan kaynaklanıyor. Benim kişisel
beklentim yerine Hüseyin Köroğlu’nun
yaptığına hak verdiğimi belirtmek isterim.
Oyunda özel besteler olsa da bütüncül bir müzik yapı yok(bence).
(Müzik: Selim Atakan) Ben bu oyunun müzikli oyun formatı ile bir “bütün” olarak
ele alınması gerektiğine inanıyorum. Piyesin tümünde bütüncül olarak düşünülmüş bir müzik tasarımı
aradım. Oyuncuların müzikal yeteneklerinin
oyunculuğun söze dayalı özelliklerinden daha fazla görünmesini hayâl ettim. Bu
nedenle iki oyuncunun Güzin Özyağcılar(Hanımefendi) ve Şenay
Saçbüker(Hizmetçi)’in oyuncu performanslarını beğenmeme rağmen daha çok müzikal
performans aradım oyun boyunca. Belki de bu, metindeki üç şarkının anlamlı
isimlerinden (“Yeniden Değerlendirme
Politikasına Övgü”, “Özgürlük Anıtı
Aryası”, “Kafa Kâğıdı Üzerine Çeşitlemeler”)
kaynaklanan bir beklenti. Doğru bir tercih olarak gördüğüm ancak program
dergisindeki gibi somutlaştırılmamış(adı konmamış) olmasını tercih ettiğim
gurubun( Nur Saçbüker, Mevlüt Demiryay, Özge Midili Aşar, Doğan Şirin, Berk
Samur, Melisa Demirhan, Deniz Evrenol) ise dansçı olması ve oyunun müzik-dans
uyumuna bırakılması, oyunu farklı bir boyuta götürürdü sanki.
“Büyük Büyükanne” oyuna ses olarak eklenmiş. Tomris İncer’in
sesi giderek oyunlarımızdaki “tarihin
sesi” haline gelmeye başladı. Tomris İncer’i dinlemek başlı başına bir keyf
ama o sesin olumlu çağrışımlarının Hanımefendi açısından doğru ama seyirci
açısından yanlış olduğunu düşünüyorum ki bu da tiyatroda tartışılması gereken
bir husus. (Karaktere doğru gelen mi seyirciye anlatılmak istenen mi?) Seyirci
Hanımefendi’nin “Büyük Büyükannesi”ne empati/sempati duyuyor ama “arka bahçe”yi
yaratan o “Büyük Büyükanne” aslında.
Oyunun sahne tasarımını(Rıfkı Demirelli) çok beğendim.
Sanıyorum bundan böyle Demirelli’yi daha bir dikkatle takip edeceğim. Sahne
tasarımı tam bir “arka bahçe”.
Özellikle Hanımefendi’nin kostümünün(tasarım- Duygu
Türkekul) daha varlıklı, özentili ve şaşaalı olmasını bekledim. Heykele
benzemek tasarımcısına yetmiş gibi geldi bana.
Işık tasarımının(Murat Selçuk) oyuna özel bir katkısını göremedim
ama bazen daha çok ışık istedim.
Efekt tasarımı(Kadir Arlı) ise gerektiği yerde gerektiği
kadar çıkan bir “ses” olmuş ve “görevi”ni yapmış.
Koreografi(Özge Midilli Aşar), gurup devinimi ağırlıklı ama devinim
dans değil, sahnede duruşu ve birbirine göre konumlandırmaya dikkat etmiş “resim
verme”ye odaklanmış gibi geldi bana. Amaca hizmet ediyor ama yukarda da değindiğim
gibi ben dans bekledim. Gurubun kendisinden isteneni hakkıyla yerine getirdiğini düşünüyorum.
Dramaturg(Dilek Tekintaş) oyun dergisinde “Yabancılaşmanın bir onur sorunu olduğu kadar
bir kendini savunma mekanizması olduğuna dair bir makale yazarım belki
günümüzde.. Her ne anlama gelecekse” demiş. İfadesinin içindeki derinliği
çok sevdim ve oyunda o ifadenin karşılığı “soyut”u aradım belki de.
Arka Bahçe, “tüm
insanlık mirasının üstüne oturup, muhteşem batı uygarlığı adına binlerce yıllık
özgürlük düşüncesinin meşalesini tuttuğuna inanmış; doğurgan devinişlerin,
keşif ve icatların yorgun sevincini ve sanayi devriminin dinmeyen uğultusunu
sahiplenen” bir “heykel”in hikâyesi.
Yoksa kendini onunla özdeşleştirmiş bir yaşlı kadının mı? Sahibini tanıyan, emeğinin karşılığını veren herkesi “Hanımefendi” sayan bir Hizmetçi’nin
hikâyesi mi? Yoksa sizin(bizim) mi? Sahi siz hangi arka bahçedesiniz? Sizin(bizim) Shelia
olmadığınız kesin de.
Arka Bahçe’yi, öncelikle yazarı, ele aldığı konu ve de
yönetmenin metni “okuma”daki arayışlarına yönelik olarak seyretmeye değer
buldum. İki oyuncunun(Özyağcılar ve Saçbüker) “oyunculuk” başarısı da keyifli
bir seyir ile salondan ayrılmamı sağladı.
Hüseyin Köroğlu’nun samimi bir “ışığa yürüten adam” olduğuna inanıyorum. Yukarıda bahsettiğim
söyleşide Hüseyin Köroğlu’dan güzel bir ifade duydum: “Sanat yontar”. Oyun dergisi
kapağında da “karanlığa çığlık atan”
biri var. Dilerim “karanlıkları
aydınlatan bir çığlık” olan tiyatro, taşları da “yontsun” !
Melih Anık
Not: Yazı Milliyet Blog'da yayınlanmıştır.
Not: Yazı Milliyet Blog'da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder