30 Aralık 2014 Salı

Hülya Karakaş'ın 'Erhan Abi'ye Mektubu(Aslının aynısı)

"Abi" ye mektup...
Madem kendinizi 100 yıllık kurumun "abi"si olduğunuzu söylüyorsunuz,o halde bu kardeşinizi dinlemenizin bir sakıncası yoktur umarım. 1914 yılından beri farklı anlayışlar tarafından yönetilen Şehir Tiyatroları 100.yaşında bir "abi"ye teslim edilmişse vardır bir hikmeti!
Duydum ki "suçlu" avına çıkmışsınız,avdan eliniz boş dönmeyin istedim.Bundan önce ayda bir kez alttan alta ayar verdiğiniz maillerinizle bana kendimi zaten "suçlu" hissettiriyordunuz,bu kez aynaya bakınca ben kendimi "suçlu" hissettim!Fiili "suç"a bakmak yerine,ille ve ısrarla "suçlu" aranmaya başlayan "aile" ortamını biraz rahatlatayım dedim!Sorunlarımı aile içinde çözemediğim için "aile sırlarını" ifşa etmek zorunda kaldım.


Hülya Karakaş'tan 'Erhan Abi'ye Mektup

‘Kifayetsiz Muhteris’ başlıklı yazımın 2014’ün son yazısı olacağını söylemiştim. Ama yazımı yayımladıktan sonra İBBŞT yönetmen-oyuncusu, yazar Hülya Karakaş ‘Erhan Abi’ye hitaplı bir mektup yayımladı. Hülya Karakaş, yaşadığı sorunları kurum dışında paylaşmamak  için elinden gelen tüm çabayı  göstermiş ama öyle bir noktaya gelmiş ki taşmış. Onun yaptığını o kurum içinde yapacak başka bir kişi tanımıyorum. Herkes sipere sığınmış yatıyor. Son olaylarda gözlediğimiz  suskun kalışlar  benim bu düşüncemi doğruluyor. Sanki ‘kasabanın sırrı’na sahip çıkılıyordu. Hülya Karakaş perdeyi kaldırdı ve İBBŞT’nın hâl-i pür melâlini ortaya koydu.

'Kifayetsiz Muhteris'

30 yıl iş hayatım oldu. 10 yıl önce yeter diyerek bitirdim. O tarihten bu yana hâlâ ‘head-hunter’lar arıyor. Bu, ‘kifayetimi’, iyi bir pozisyona sahipken  iş hayatından çekilmem  ve gelen teklifleri reddetmem de ‘ihtirassızlığımı’ göstermeye yeter herhalde. Ama evet saklayacak değilim, ‘bilge bir insan olma ihtirasım’ var. ‘Bilge insanları’ kıskanıyorum.

‘Kifayetsiz muhteris’ benim kullandığım bir ifade değil. Hani bir gün biri çıkar da bilgisizliğin  doruklarından bana hakaret etmek niyetiyle söylerse söze bakmam söyleyene bakarım.  Zira benim ‘abdestimden kuşkum yok’. Hayat tecrübemde gördüm ki insanlar kendilerinde olduğundan kuşku duydukları şeylerle başkalarını incitmeye çalışır. Bana saldıran kişi kendi kifayeti hakkında tedirgindir, ihtirası da kendisini içten çürütmektedir. Sonuç eninde sonunda ortaya çıkar zaten. Ben hakareti aynen iade etmekle yetinirim. Amacım o kişiyi sarsmak, uyandırmaktır. Övünmek gibi olmasın ama iadem şiddetlidir,  yüze yapışır, ovaladıkça yayılır.


Bu benim 2014 yılında yazdığım son yazı. Yeni yıla bırakmadım. 



Melih Anık

Bir Tercüme Üzerine Düşünceler(Sırça Hayvan Koleksiyonu)

Tennessee Williams’ın Sırça Hayvan Koleksiyonu isimli oyununda tercüme ile ilgili şu husus dikkatimi çekti.

İfadenin orijinali şu:
Laura: ‘I said I had pleurosis- you thought  I said  Blue Roses.
Aytuğ İz’at bu cümleyi şöyle tercüme etmiş:
Ben de satlıcan(zatülcenp) demiştim… sen ise benim patlıcan dediğimi sanmıştın’
İBBŞT, Aytuğ İz’at’ın tercümesini kullandığını belirtmiş olduğu halde aklımda kaldığı kadarıyla  şöyle bir değişikliğe gitmiş:
Ben gül hastalığı demiştim.. Sen Mavi gül dediğimi sanmıştın’

Araştırdım.
Pleurisy ( Pleurosis), Laura’nın bir bacağının diğerinden kısa kalmasına neden olan ciğer hastalığına verilen bir isim. Tıbbi olarak böyle bir ilişki var mıdır bilmiyorum ama yazar(TW) bu bağlantıyı kurmuş.
Gül hastalığı  gerginliğe bağlı olarak ortaya çıktığı söylenen döküntülü bir deri  hastalığı.

Jim’in cevabı tercümenin nasıl olması gerektiğini açıklayacaktır.  Laura’nın repliğine Jim şöyle cevap verir:  
Jim :’ I hope you didn’t mind’
Aytuğ İz’at tercümesi şöyle:
‘Umarım seni gücendirmemişimdir’

İşin içine ‘gücendirmek’ girince ‘Mavi gül’ yerine ‘patlıcan’ daha doğru geliyor bana. 'Mavi gül' olumlu bir etki yaratıyor. Ayrıca 'satlıcan' Laura'nın engeli düşünüldüğünde daha doğru. 'Gül hastalığı' İngilizce 'Blue roses'dan yola çıkılarak yapılan yersiz bir yakıştırma, uyduruk.

Jim okulda çok popüler, herkesin beğendiği biriymiş.  Jim’in   ‘patlıcan’ demesi  gençliğinde  Laura’yı ciddiye almadığını  göstermesi açısından önemli. (Tabii ki tıp terimlerini bilmemesi de var ama bunun çok önemli olmadığını düşünüyorum) Yıllar sonra Laura ile Jim’in karşılaşmalarında Jim’in davranışlarını yorumlamak için bu bilgi önemli. Jim aynı Jim, Laura’ya ‘sende aşağılık duygusu var’ diyecek kadar küstah. Geçen yıllar Jim’in hayâllerinin gerçekleşmesine izin vermemiştir(Tom ile konuşmasında itiraf eder) ama  Laura ona geçmişteki Jim’i hatırlatır. Bu nedenle yeniden ‘yapmacık’ bir Jim ortaya çıkar. Jim ile Laura arasındaki sahne seyircide kuşku yaratmalıdır. Jim’in evden kaçarcasına çıkmasına ve sokak kapısının dışında pişmanlık görünen jest ve mimikler yapmasına gerek yoktur. Bu ‘fazla’ bir yorumdur. 'Ben yaptım oldu' demekle olmaz.

İyi tiyatro,  gelenekten beslenir. Gelenek ise düşünen insanların şuurlu ve özgün denemeler yapması ile mümkündür.  Türk Tiyatrosu maalesef  emekliyor.  Çözüm, ‘doluluk oranı’na kafayı takmada değil, yetersizlikleri kanıtlanmış olanların hırslarını dizginleyerek doğru yolu gösterenlere kulak vermelerinde. Küçümseyerek, aşağılayarak bir yere varılamayacağını idrak etmek gerek.

Melih Anık

Tiyatroda Salonun Oyuna Dahil Edilmesi(Sırça Hayvan Koleksiyonu)

'Tiyatroda salonun oyuna dahil edilmesi'nden amaç,  oyuncuların seyirci arasında rollerine  devam etmesidir.  Bazı oyunlarda seyirci koltuklarından birinin üstünde ‘Buraya oturmayınız’ notu görülür. Bilirsiniz ki o koltuk oyunun bir parçası olacaktır. Salon oyuna dahil edilmiştir.  Bunun yapılmasından amaç nedir?

Ben, uyarladığım ve yönettiğim(1974)  ‘Ay Işığında Çalışkur isimli oyunda bazı oyuncuları seyirci koltuklarına  oturtmuş, oyun sırasında onların sahneye müdahale etmesiyle oyuna yön vermiştim. Bu kurgunun esin kaynağı Haldun Taner’in yazdığı hikâyeydi.  Haldun Taner,  Ay Işığında Çalışkur hikâyesini okurlardan gelen mektuplardaki eleştiriler (ki onları da yazar kaleme almıştı) dikkate alarak(!) yeniden yazmış;  hikâyenin ilk ve ikinci hâli arasındaki farklardan eleştirel gülmece doğmuştu. Bu nedenle kitaptaki okurun yerini  oyun uyarlamasında seyirci almıştı. Salon oyuna dahil edilmişti.

Tennessee Williams’ın  ‘Sırça Hayvan Koleksiyonu’ isimli oyununda  Tom, oyunun hem sunucusu(anlatıcısı-‘narrator’) hem de  oyuncusudur.  Tom, otobiyografik bir karakterdir ve Tennessee  Williams’a benzeyen tarafları çoktur. Tom, ‘anlatıcı’yı oynarken yazar konuşur gibidir.  Tom’u anlatıcı olarak seyirci içine alırsanız, Tom oyun içinde kendi rolünü oynarken seyirciyi de Tom ile birlikte sahneye götürürsünüz.  Tom, seyirci arasında  olduğunda,  oyun alanına dahil edilmiş  olan  salondaki seyirci, Tom’un peşine takılacak, oyunun içine girecek,  tarafsızlığını yitirecek ve  olayları irdelemek yerine duygularıyla karar verecektir. Sırça Hayvan Koleksiyonu metnini okumuş olanlar Tennessee Wiliams’ın yer yer seyircinin dikkatini belli noktalara çektiğini, bazı değerleri vurguladığını bilir.  Bu şekilde oyun, epik nitelikleri ile öne çıkar. Yazar seyirciyi belli bir mesafede tutmak istemektedir.  ‘Oyun, anılar üzerinedir.’ Yalnızca Tom’un anıları değildir anlatılan. Başarılı bir sahneleme, oyundaki dört karaktere de anılarını anlatıyormuş gibi reji verebilmekle mümkündür.  Yâni oyundaki her rol kendi anısını anlatır gibi oynanmalıdır.(Bu bir anlamda role yabancılaşmayı da getirir.)  Tom’u sahne dışına çıkardığınızda bunun olamayacağı açıktır. O zaman oyun Tom’un anıları gibi anlaşılır. Asıl olan seyircinin sahneye ve tüm karakterlere dışarıdan bakmasını temin etmek ve onların içine tıkıldıkları tabuttaki kırılganlıklarını seyirciye hissettirmektir.  Tom ‘u o atmosferin dışına çıkarmanız Tom’un ‘kurtulduğu’ gibi anlaşılır. Oysa Tom, tabutun çivilerini sökemeden çıkmayı başaramamıştır. Zaten Tom ‘ Seni geride bırakmak istedim ama ben sandığından daha da bağlıyım sana ‘ der. 

Tiyatroda salonun oyuna dahil edilmesi, üzerinde çok kafa yorulacak bir konudur.  Her oyunda farklı  bakış  açılarına ihtiyaç vardır. Ama salonun kullanılmasından önce sahnenin kullanılmasının başarılması gerekir. İBBŞT’da Aleksandar Popovski tarafından yönetilmiş  ‘Tehlikeli İlişkiler’ ve  İKSV Tiyatro Festivali ile İstanbul’a  gelmiş Piccolo Teatro ve Teatri Uniti’nin ortak yapımı , Carlo Goldoni’den ‘Tatil Üçlemesi’ isimli oyunlarda mekânın nasıl bilinçle kullanıldığını hatırlıyorum. İyi tiyatro,  gelenekten beslenir. Gelenek ise düşünen insanların şuurlu ve özgün denemeler yapması ile mümkündür.  Türk Tiyatrosu maalesef  emekliyor.  Çözüm, ‘doluluk oranı’na kafayı takmada değil, yetersizlikleri kanıtlanmış olanların hırslarını dizginleyerek doğru yolu gösterenlere kulak vermelerinde. Küçümseyerek, aşağılayarak bir yere varılamayacağını idrak etmek gerek.


Melih Anık 

28 Aralık 2014 Pazar

Tiyatroda Doluluk Oranı

Ülkemizde tiyatroya  ilgi yoktur. Seksen milyona yaklaşan nüfusu olan ülkemizin tiyatro seyirci sayısı çok azdır. Devlet Tiyatroları ile İBB Şehir Tiyatroları’nın verilerinin güvenilir olması icap eder. Onlardan elde ettiğimiz bilet sayısından yola çıkarak ve bazı tahminler yaparak yılda  beş milyon civarında tiyatro biletinin satılmakta olduğunu buluruz. 80  milyonluk bir ülkede bu rakam durumu ortaya koyar ama daha vahim olan seyirci sayısıdır. Kişi başına satılan bilet sayısı tahminine göre değiştiği ve bu konuda da veri olmadığı için herkes seyirci sayısı konusunda kendi rakamını ortaya ‘atar’. Benim ‘attığım’ rakam, olan kişi başına 5 biletten yola çıkarak Türkiye’deki tiyatro seyirci sayısı en çok bir milyon civarındadır. Ülkedeki cehalete bakarak bunun bile yüksek olduğunu, gerçek tiyatro seyirci sayının bir milyonun altında olduğunu hissediyorum. Bir tiyatro seferberliği yapılıp tiyatroya gitme alışkanlığının arttırılması gerekir. Yıllardır konuşulan, tartışılan bu konuda elle tutulur bir gelişme olmamıştır, böyle giderse olmayacağı da kesindir.

20 Aralık 2014 Cumartesi

Tiyatro Vira'dan 'Olmak yada Olmamak'

Neslihan Çakıner’in tasarlayıp, yazdığı ve yönettiği ‘Olmak ya da Olmamak’, iyi bir fikirden yola çıkan, iyi bildiğini yazan bir yazarın ne demek istediğini açık şekilde anlattığı, duygusunu seyircisine aktardığı bir oyun. Maddi olanakların sınırlarından kurtulsa daha da etkili olur.

Çakıner’in hikâyelerinden bazılarını onun facebook’daki sayfasında daha önce okumuştum o nedenle iyi bildiğini yazdığını biliyorum. Oyun sonunda kısa konuşmamızda anlattıklarından maddi olanaksızlıklarını öğrendim. Bana üzerinde çalıştığı yeni oyunundan söz etti. ‘Olmak ya da Olmamak’da gördüğüm ufkun tesadüfi olmadığını anladım.Yazdığı twitlerden ve eleştirmenlik üzerine yapılan bir paneldeki yorumlarından düşüncelerini kılıf giydirmeden açık ve net bir şekilde aktardığını görmüştüm.

17 Aralık 2014 Çarşamba

Erhan Bey(İBBŞT)’in Cibali Karakolu (2014) ve ‘Yazılı Tulûat’

Cibali Karakolu, İBBŞT’nın ya da Erhan Bey’in ‘büyük’(!) projelerinden biri. Erhan Bey’in afişler asarak başarı diye övündüğü şey, ‘doluluk oranı’. Bu nedenle Cibali Karakolu bu hedefi gerçekleştirmeye yardım edeceği düşünülen bir oyun. Erhan Bey’in  İBBŞT’da  oyunu rahatlıkla teslim edebileceğini düşündüğü Zihni Göktay var. Göktay’ın 28 yıllık Lüks Hayat ile kuruma sağladığı getiri de en büyük güvencesi. Bir ‘proje’ için veriler müsait. Bu yazı evdeki hesapların çarşıya uyması konusunu işleyecek.

15 Aralık 2014 Pazartesi

Kazım Akşar'ın Goethe'si : 'Güneş Batarken Bile Büyük' (İDT)

Kazım Akşar, çok okumuş, çok araştırmış, Güneş Batarken Bile Büyük oyununu yazmış. Oyunun tekstini istemek için başlattığım ve teksti veremeyeceğini söylemesiyle sona eren birkaç mesajlık  görüşmemizde yazarın kendisi söylemedi bunu bana. Oyunla ilgili sansür tartışmaları çıktığında, olay arayan saygıdeğer medyamız yazara  söz verdiğinde öğrendim.  Tiyatronun gündem olabilmesi, bu gibi ‘hassasiyetlerin’ okşanmasına bağlı.  Şükürler olsun(!) ortaya çıktı ki  DT sansür etmemiş, Kazım Akşar da zaten eserine dokundurtmazmış. Medya konuyu kapadı, yeni bir sansasyon beklemeye başladı.  Benim için konu o zaman açıldı. Teksti merak ettim. Uzun yazışma, telefon görüşmelerinden sonra ki  ‘DT oyunu zaten verecekti, ortada yanlış anlaşma vardı  falan’ olduğu anlaşıldı(!)’dan sonra, oyunun tekstini alıp okuma fırsatım oldu.

7 Aralık 2014 Pazar

‘Lillian’ (İBBŞT) ve McCarthy’ler

Lillian Hellman, Orhan Alkaya ve Aliye Uzunatağan.. Bu üç ismin yan yana gelmesi benim bu oyunu seyretmemin gerekçesidir.  Oyunda geçen Dashiell Hammett ismi de benim için ek güzelliktir.

Lillian Hellman ile tanışmam Julia(1977) filmi ile oldu. Bugün hâlâ o filmdeki  iki kadının(Julia ve Lillian) arasında geçen sahneleri hatırlarım. İki kadının arasındaki dayanışma, dostluk beni çok etkilemiştir. Julia’nın gerçek olup olmadığı ile hiç ilgilenmemiştim. Okyanusun kıyısındaki bir evde kumlara oturmuş  Dash ile Lillian fotoğrafı aklımdadır. Sanırım o sahneler Julia filminden zihnimde kalan  tortudur.

2 Aralık 2014 Salı

İBBŞT'ndaki 12 Öfkeli Adam Beni 13.Öfkeli Adam Yaptı

Reginald Rose 12 Öfkeli Adam’ı televizyon oyunu olarak 1954 yılında yazmış. Anılarda iz bırakan 1957 yılına ait sinema filminin senaryosunu  da  Reginald Rose yazmış, Sidney Lumet yönetmiş. 8.Jüri üyesini Henry Fonda oynamış. Oyun babasını öldürme suçu ile yargılanan  genç hakkında verilecek ölüm cezasının 12 jüri üyesi tarafından karara bağlanma sürecinde yaşananları anlatıyor. Rose, 12 Öfkeli Adam’ın pek çok sahne uyarlamasını  yazmış. Ben, Sherman L.Sergel’in yazdığı uyarlamayı okudum.